ÖĞLE
Yeşil
sularda
büyük
inciden
çiçekler
açar
Gümüş
böcekler
okur
aba
bir
neşide-i
hab,
durur
sevahilin
üstünde,
bi-heves,
bi-tab,
Güneş
ziyasını
içmiş
benat-ı
hab
u
serab...
Göl
Saatleri'nden
bir
saat:
Öğle.
Geniş
zaman
kipinde
çekilmiş
fiiller;
açar,
okur,
durur.
Sular,
çiçekler,
böcekler,
kızlar...
Günümüz
okuruna
“ab”'ın
“su”, “neşide-i
hab”'ın
“ninni”, “sevahil”in “sahiller”, “benat”ın da “kızlar”
olduğunu
söylersek
her şey
vuzuha
kavuşur.
Haşim
insan
olduğuna
göre
bu
öğle
saatinin
de
insan
Haşim'e
dair
olduğunu
söyleyerek
yukarıda
saate
dair
dediklerimizi
de
kanıtlamış
oluyoruz.
Hatırasını
bize
zevkli
bir
biçimde
anlatan
şairi
de
takdir
ederek
kadirşinaslığımızı
gösterirsek,
bu
şiiri
böylece
anlamış
ve
sanatın
bu
bahsini
de
böylece
kapatmış
oluruz.
Heidegger
bir
şiirin
muhtevası
ile
o
şiirde
şiir
olarak
söylenenin
aynı
şey
olmadığını
söyler.
Muhteva
nedir,
şiir
olarak
söylenen
ne
demektir?
Şiirde
çiçeklerden
böceklerden
söz
edilmiş
olması
şiirin
çiçekler
ve
böceklere
dair
olduğu
anlamına
gelmez.
Bir
su
ile
etrafındakiler
zikrediliyor
diye
şiir
“göle
dairdir”
denilemez.
Fakat
kim
dedi
“göle
dair”
diye?
Zaten
“Haşim'e
dairdir”
demedik
mi?
Fakat
burada
beşer
Ahmet
Haşim
değil,
şair
Ahmet
Haşim'den
söz ediyoruz...
Şair
insan
değil
midir?
Şair
mucizeler
şakıyan
bir
kuştur,
bu
sebepten
dolayı
sözü
laf-u
güzaf
değil
şiirdir.
Yeşil
sularda
büyük
inciden
çiçekler
açar
Gümüş
böcekler
okur
âba
bir
neşide-i
hab,
Bu ilk
iki
dizede
hareket
var:
çiçekler
açar, böcekler
okur. Bu hareket
bir
güzelliği
de
sürekli
kılıyor,
zira
açan
çiçekler
yeşil
sularda
açıyor
ve
bu
çiçekler
büyük
inciden. Keza
gümüş
böcekler
de
suya
bir
neşide-i
hab
okuyor.
Bu
ilk
dizelerdeki
hareketlilik
bir
güzelliğe
de
kalıcılık
temin
ediyor.
Fakat
bu
ilk
dizelerdeki
hareketlilik
müteakip
dizelerde
devam
etmiyor
gibi,
zira
Durur
sevahilin
üstünde
bi-heves,
bi-tab
Güneş
ziyasını
içmiş
benat-ı
hab
u
serab.
Çiçekler
açar,
böcekler
okurken
şimdi
durur.
Hareket
bitti
mi?
Şimdi
biz
buradaki
durma'nın
aslen
hareketin
özel
bir
hali
olduğunu
söylemeye
cesaret
ediyoruz.
Yani
sahillerin
üstündeki
bu
durur
da
açar
ve
okur
gibi
bir
süreklilik
arz etmekte,
hususi
bir
hareketlilik
göstermektedir.
Fakat
bi-heves,
bi-tab
hareketlilik
nasıl
olur?
İsteksiz,
güçsüz
diyoruz
şimdiki
dilde.
İstek
ve
güç
kelimeleri
ister
istemez
Nietzsche'nin
güç
istencini
hatırlatmıyor
mu?
Nietzsche'ye
göre
güç
istenci
ne
gücü
ne
de
istemeyi
bırakmaz,
zira
istemeyi
bırakırsa
var
da
olamaz.
Var olan
her şey
buna
göre
bizatihi
güç
istencidir.
Ne
oldu
peki
şimdi,
bu
mısralar
var olmayan
bir
şeyden
mi
söz
ediyor?
Belki;
belki
de
felsefenin
bize
burada
fazla
bir
faydası
dokunamaz.
Bir
mahrumiyet
değil
böyle
isteksiz
ve
güçsüz
duruşun
sebebi;
bilakis
bir
doygunluk,
hatta
belki
de
bir
aşırılığa
maruz
kalma
hali.
Çünkü
sahilde
bi-heves,
bi-tab
duranlar,
güneş
ziyasını
içmiş
kızlar.
Güneş
malum
olduğu
üzere
yeryüzünde
hayat
için
elzem
olan
“enerji”nin
kaynağı;
dolayısıyla
her
güç
gibi
fazlasına
maruz
kalmak
mahzurludur.
Fakat heves esaslı bir isteme
değildir, o sebepten yokluğunu kusur saymak isabetli olmaz. Aksini söylemek
belki de daha isabetli bir yorum olur. Yani sahillerdeki benatın
bihevesliği- bu benatın kenarda güneşlenen, bazısı tek ayak üstünde uyuklayan
uzun boyunlu su kuşları olduğu geliyor gözümün önüne- bir kemal halidir belki.
Muhteva ile şiir olarak söylenen
bir şiirde aynı şeyler değildir dedik, ama muhteva hakkında konuşurken işte
şimdi şiir olarak söylenene yaklaşmış olduk. Söz bizi bir hal bahsine
getirdi. Fakat bu bahis bizim başladığımız yer mi yoksa? Haşim'in şiirini
anlama teşebbüsümüze-bülbülün karnını yarmaya yani- saate dair mülahazalarla
başlamış, insanın eşref saatinden söz etmiştik. Eşref saat bir hal değil midir?
Saat insan hali midir? Göl saatleri buna göre hangi haller olur?
Bu hal meselesine
tesadüfen gelmedik, her ne kadar söz bizi buraya getirdiyse de bu şiirlerin
insanın haline dair olduğunu en başta seziyor, fakat nasıl söyleyeceğimizi
bilmiyorduk. Bu meseleyi böylece aştığımıza göre şimdi artık halden anlayıp
anlamadığımız meselesine-bir sanat meselesi olarak elbette- yönelebiliriz.
Muhteva ile şiir olarak söylenenin
arasını tefrik eden Heidegger, şairin her zaman bir “Grundstimmung”un
içinden konuştuğunu, şiirin anlaşılmasında bu- halet-i ruhiye diye tercüme
edilen ancak şimdilerde benim hâlet-i can demeği daha uygun bulduğum-
Grundstimmung'u tesbit etmenin elzem olduğunu söyler. Heidegger'in
Grundstimmung üzerine söylediklerini bulup öğrenmek gerekir. Fakat biz şimdi bu
şiirde şairin bir halet-i can içinden konuştuğunu söylemekle yetinmeyeceğiz,
bizatihi bir halet-i canı şiir olarak söylediğini iddia edeceğiz. Yani “Göl
Saatleri” insanın -temel- hâletlerini şiir olarak söylemektedir.
Bu meseleyi anlamada bize
yardımı olacak bir şiire müracaat edelim. Bu şiir şöyle:
bir bıçak saplı
durur göğsünde,
hangi su tasına uzansan boş ;
hangi pencereye koşarsan koş
aynı siyah güneş gökyüzünde.
aynı siyah güneş, aynı siyah,
aynı susayış, aynı koşuş, aynı ...
of ... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey,
aynı, aynı, aynı, aynı, aynı ...
hangi su tasına uzansan boş ;
hangi pencereye koşarsan koş
aynı siyah güneş gökyüzünde.
aynı siyah güneş, aynı siyah,
aynı susayış, aynı koşuş, aynı ...
of ... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey,
aynı, aynı, aynı, aynı, aynı ...
Bu güzel şiirin kapalı bir şiir
olduğunu söylemek zor. Fakat yine de şair işimizi daha da kolaylaştırıp şiirin
adını “Bitmez Tükenmez Can Sıkıntısı” koymuş. Ahmet Muhip Dıranas temel insan
hallerinden can sıkıntısını-ki Heidegger'de bu hal üzerine uzun uzun
düşünmüştür- pek güzel söylemiş. Şimdi kendimize bir şahit de bulmuş olduk.
İddiamız şu ki Haşim de Dıranas gibi –kurbağaları değil- bir halet-i cânı şiir
olarak söylüyor. Fakat hangisini? Ama yukarıda “kemal hali”nden söz etmedik mi?
Daha hangi hal olacak?
Fakat yukarıda muhteva üstüne
konuşuyorduk ve “benat”ın haline dair -yukarıda uzun boyunlu kuşlara işaret
ettiğini söylediğimiz benat aslında ürkütücü bir kelimedir ve perilerden
meleklere kadar bir sürü “iyi saatte olası” mahlûka işaret eder- konuşuyorduk.
Şiir olarak söylenen ile şiirin muhtevasının aynı olmadığını artık anlamış
olmalıyız. Bu şiirde hareket ile başlayıp sonra -hareketin özel bir hali olan- sükûnete
varan ve bir güzelliğe süreklilik katan muhteva, acaba hangi halet-i cânı şiir
olarak söylüyor?
Bu halet-i can bir insan hali olduğu
kadar bir milletin haleti, giderek bizatihi şiirin, daha da ileri gidersek Türk
şiirinin haleti de olabilir. Göl saatleri bir devri tamamlıyor, bir günün öğle
vaktiyle başlayıp seher vaktine ulaşıyor. Başı ve sonu olan şeylerin halleri
bunlar. Bir milletin tarihi gibi. Bir insanın ömrü gibi. Bunların hepsini ve
bunlardan bütünüyle başkasını da söyleyebilir bu şiir. Çünkü şiir dilin
menba'ından çıktığı, dilin menba'ından çıkan şiir olduğu için Heidegger'in
dediği üzere tükenmez bir bereketi taşır. Bu “Öğle” şiirindeki bereket de,
anlattığı halin bizim günde on kez değiştirdiğimiz keyif, keyifsizlik
halleri olmayıp bunları da belirleyen ve dünyanın bize nasıl sunulduğunu tayin
eden temel halet-i canlardan olmasıdır. Fakat nedir bu hâletin adı? Bunu
söylemek belki bu deneme için lüzumsuz bir cüretkarlık olacaktır. Ancak bu
şiirin bir temel haleti şiir olarak söylediğini ifade etmemiz ne cüretkarlık ne
de yeni bir iddiadır. Zira şairin kendisinin hüznün ve melalin şairi olduğu
cümleye malumdur. Dolayısıyla bizim burada dile getirdiğimiz iddia da melali anlamayan nesilden gayrısına
makul görünecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder