11 Aralık 2020 Cuma

 https://www.devletialiyyei.com/upload/galeri/s/taslicali-yahya-1.jpg

Taşlıcalı Yahyâ Beğ’in Şehzâde Mustafa Mersiyesi


Herhalde Erzurum’da iken aldım Ahmet Atilla Şentürk Bey’in Osmanlı Şiiri Antolojisi kitabını. Doğrusu kitaptan aklımda kalan şimdi Tacizade Cafer Çelebi’nin ıydiyye tabir olunan şiiri ile müellifin şiirdeki nükteleri günümüz okuyucusuna teşhirindeki (ve teşrihindeki) yetkinliği. Fakat bilahare aldığım Osmanlı Şiiri Kılavuzu doğrusu Ahmet Atilla Şentürk Bey’in sahasına hakimiyeti hususunda her halde her ehli insafı ikna eder. Kitabın adını Osmanlı Şiiri koyması hakkında bazı izahatlarını ben doğrusu tereddütle karşılıyorum; çünkü bu isim sanki Osmanlılardan evveli yokmuş gibi bir kanaat uyandırıyor, ama şimdi mesele edinmek istediğim, etrafında ve üstünde düşünmeye çalıştığım ve çağırdığım husus bu değil.

Müşarun ileyhin “Taşlıcalı Yahyâ Beğ’in Şehzâde Mustafa Mersiyesi Yahut Kanunî Hicviyesi” isimli kitabı dört defa neşrolunmuş; son ikisi- ki elimdeki son neşri- Büyüyen Ay Yayınevi tarafından neşr edilmiş. Kitap elime geçince bitiremeden duramadım, enfes bir kitap. İlk neşri 1998 yılı olan kitabı nasıl bu güne kadar okumamışım, hayıflanıyorum. Halbuki üniversitenin ikinci sınıfındaydım o sene. Belki okudum ama o zamanki müktesebatım bu incelikleri anlamaya imkan vermediğinden hatırımdan çıktı, bilemiyorum. Fakat şu adını zikrettiğim kitaplar, bize divan şiiri hakkında anlatılagelenlerin ancak köpüğün koca okyanusa nispeti mesabesinde olduğunu gösteriyor.

Kitabı okuyunca bu son derece zengin, harikulade; türlü inceliklerle, zekâ ile, bilgi ile dopdolu şiirin aslında nasıl da güncel, taptaze olduğunun da farkına vardım ki hayranlığımı daha da arttırdı. Böylesi her çağa hitâb edebilen eserlere eskilerin “muhalled” sıfatını yakıştırmaları nasıl da münâsip düşüyor. Böylesi eserlerden istifade bitmez; biz şimdi bu lalezardan ne devşirdik, bu pınardan ne kadar içtik bir bakalım.

Ölünün arkasından ağıt yakmak kadim bir gelenek malum. Hatta İslam Ansiklopedisinin mersiye maddesinin dediğine göre ilk şiir de Kabil’in Habil’i katli sebebiyle Adem aleyhisselamın söylediği mersiye imiş. Bu kadar geriye giden ve neredeyse tüm kültürlerde ortak olan bir işte Taşlıcalı Yahyâ Beğ’in mersiyesinin ne hususiyeti olabilir? Arap ve Acem divanları, bâhusus türk şairlerin divanları da mersiyelerle doludur. Hele bizim müfredatımızda(benim maruz bırakıldığım diyelim) meşhur olan Baki’nin Kanuni mersiyesidir. Şimdi bu ikisi, Kanuni Sultan Süleyman ile şair Bâkî Efendi Taşlıcalı Yahyâ Beğ’in çağdaşları olan isimler. Kaldı ki Muhibbî mahlasıyla şiir yazan Sultan da şair. Muhlisî mahlasıyla yazan Şehzade Mustafa da şair.

Doğrusu kitapta Baki’nin ismi geçmekle birlikte bu yazıyı yazana kadar hususen O’nun hakkında bir şey düşünmüş değildim ama şimdi aslında burada bir meselenin iki tarafı olduğunu görüyorum. Kitapta da denildiği üzere Baki’nin Şehzade Mustafa’nın katline dair ağzını açıp bir kelam ettiği mervi değil. Fakat sefayla geçirmiş ömrünü, bir eziyete sıkıntıya düçar olduğu yok; Şeyhülislam olmak hevesinde olan ama nail olamadan ölen biri. Ama gene de makam mevki sahibi olarak yaşayıp öldüğünü görüyoruz. İslam Ansiklopedisinde “Bakî” maddesinin müellifi, Mekke kadılığı yapmış bir adamın bir na’tı bile olmaz mı? diye şaşırıyor. Öte yanda artık saraya yaklaşmış, muhtemelen yüksek mevkilere gelmesi muhtemel olan Taşlıcalı Yahyâ Beğ, sade bu istikbâli değil, tatlı canı da tehlikeye atıp bir cinayete isyan ediyor. Ve son derece güçlü düşmanlar edinip ömrünü sıkıntılar içinde tamamlıyor. Güçlü düşman lafı da havada kalmasın: Kanuni Sultan Süleyman, karısı ve Osmanlı tarihinin meşhur fendbazlarından Hürrem Sultan ile Sadrazam Rüstem Paşa. Kitaptan iktibas edelim: “Yahyâ Beğ de saraya yaklaşmaya başladığı ve yıllar boyunca hasretle beklediği itibarı tam görmeye hazırlandığı bir sırada şehzâdenin uğradığı haksızlık karşısına susamamış, hem padişah hem de kendisine Eyüp, Orhan Gazi, Bolayır, Kaplıca ve Beyazıt tevliyetlerini veren Rüstem Paşa aleyhine öyle bir eser ortaya koymuştur ki; hayatını tehlikeye atma ve bütün ömrü boyunca sıkıntısını çekme pahasına , şehzâde için gözyaşı döken binlerce insanın hislerine tercüman olmayı, ikbal içinde yaşamaya tercih etmiştir.”

Karacaoğlan “Er isen erliğin meydana getir/Kadir Mevlam noksanımı sen Yetir” demiş. Erliğin hakkını böyle verecek er gibi erleri görünce kişi erliğinden utanır. Kitaptan öğrendiğimiz bir başka husus ta şu: Eğer merhum Yahyâ Beğ bu mersiyeyi yazmasa iktidarın hışmından korkan vak’anüvisler bu cinayeti belki bir cümleyle geçiştirecek ve bu cinayet sonraki nesillerce bilinmeyecekti. Yahyâ Beğ’in bu mersiyesi hadiseyi hem zabt etmiş hem de kendisine özenen başkalarınca da benzer eserler ortaya konmuştur. Mesela Sâmî mahlaslı şair:


Bu firâk odına döyer nice yanmaz cigerün

Bu eger erlik ise ancak ola bu hünerün

Pâdişehsin tutalum yok mı Hüdâdan hazerün

Mustafâ n’oldı kanı n’eyledün a pâdişehüm”


mısralarıyla oldukça ağır sözler söylüyor padişaha. Hele şunlara nazar buyurun:


Sen Muhibbî olasın sende muhabbet bu mıdur

Mustafâ gibi ciger-gûşene şefkat bu mıdur

Kavl-i düşman sana kâr itti meveddet bu mıdur

Yok yire kan idesin ya’ni hilâfet bu mıdur

Mustafâ n’oldı kanı n’eyledün a pâdişehüm


Yine kadın şairlerden Nisayi erliğin illâ ki bir uzuv meselesi olmadığını gösterircesine ağzını önce Hürrem’e sonra fetvayı veren müftiye açıp sayıyor:


Bir Urus câdûsınun sözin kulağına koyup

Mekr ü âle aldanuban ol ‘acûzeye uyup

Bag-ı ’ömrün hâsılı ol serv’i âzâda kıyup

Bî-terahhum şâh-ı ‘âlem n’itti Sultân Mustafâ


Şâh’ı ‘âlemsin velî halk tuttı senden nefreti

Kimsenün kalmadı hergiz sana meyl-i şefkati

Ba’is olan müftîye de irmesün Hak rahmeti

Merhametsüz şâh-ı ‘âlem n’itti Sultân Mustafâ

Bu yazılanların nasıl bir gözükaralık olduğunu anlamak isteyen bu memlekette kendi eliyle sosyal medya hesabından istifa ettiğini beyan eden bir devletlünün bu istifasının şu iletişim devri olduğu söylenen zamanda bir tam gün haberinin yapılamadığını hatırlasın. Devr-i dilârâ-yı Cumhuriyetteyiz; ne asılma ne boynun vurulması tehlikesi var. Kıyas edin bu mersiyeleri yazanların neyi göze aldığına.

Rüstem Paşa Yahyâ Beğ’in kellesini vurdurtmak istemiş tabii. Yazarın söylediğine göre Kanuni’nin kendisinin de şair olması hasebiyle buna müsaade etmemiş. Fakat Merhum hayatı boyunca Rüstem Paşa’nın eziyeti altında sıkıntı içinde yaşamış. Kaldı ki Taşlıcalı Yahya Beğ kılıcının hakkı olan asker bir şâir, yeniçeri; sarayın bahşişiyle geçinen bir şair olmamasına rağmen sıkıntılardan kurtulamamış. Rüstem Paşa ölene dek geçim sıkıntısı çekmiş. Tabii arkasından bir hicviye döşenerek Paşa’nın ölüm haberinin kendisini nasıl endişelendirdiğini şöyle nükte etmiş:

Haber-i mevti melûl itti beni hayli zemân

Korkar idüm ki bu şâdî haberi ola yalan

Buraya kadar sözü uzatmamın sebebi kitabı okumanın lüzumuna kâfi mikdarda işaret edebilmek içindi. Kitabı okuyanlar bu şairlerin evvela zekâlarına hayran kalacaklar zannediyorum. Bu dehâların aldıkları tahsil ve sahibi oldukları kültür iklimi gerçekten parmak ısırtacak vüs’atte. Şehzâde’nin katline “Mekr-i Rüstem” diye tarih düşürmek, oradan Zâloğlu Rüstem’e gönderme yapmak, Padişahı medhederken zemmetmek ve bunları bu şiir dünyasının prensiplerine sadık kalarak başarmak gerçekten bu dehaların büyüklüğünü gösteriyor. Tabii bizim türk elifbasından mahrumiyetimizin bedelinin ağırlığını da.

15 Kasım 2020 Pazar


 









MARTIN HEIDEGGER



HÖLDERLİN ŞİİRİ:

DER ISTER”







BİRİNCİ BÖLÜM


IRMAKLARIN MAHİYETİNİ ŞİİR OLARAK SÖYLEMEK-

ISTER ŞİİRİ




Bu takririn amacı Hölderlin'in Hymne diye adlandırılan bazı şiirlerini işaret etmektir. “Hymne” başlığı yunanca kaside,şarkı manasındaki ΰμνος un almanca karşılığıdır ve bilhassa tanrılara hamd, kahramanları medh ve müsabakaların galiplerini onurlandırmak için söylenir. ΰμνείν-şarkı söylemek, övmek, methetmek, kutlamak ve takdis etmek ve böylelikle bayramı hazırlamak. Böylelikle isimle fiilin dolaysızca birleştiği şu deyime ulaştık. En güzel örneğini Sofokles'in Antigone tragedyasındaki V. 806vd. ile başlayan sözlerde buluyoruz:


“Bakın bana, siz ata yerin insanları...”


ve şöyle bitiyor:


“bayram hazırlığında bile kutlamayacak beni hiçbir kutlama şarkısı”


Fakat hangi manada ve ne hakla aşağıda zikredilecek olan Hölderlin şiirlerinin “Hymne” diye adlandırıldığı şimdilik açıkta bırakılmalıdır. Evvela bu şiire karşı dikkatli olmalıyız. Dikkatli olursak ancak bazı şeyleri “belleyebiliriz”, yani akılda tutarız belki bazı eşref anlarda “bellediklerimizi”, yani bu şairin sözünde söylenmiş olabileceklerden sezdiklerimizi.


Bu takrir ancak seçtiği şiirlere dair notları bildirebilir. Bu notlar da ancak katkı olabilir. Öyle ki bunların bazıları ya da çoğu hatta tamamı sadece zorlamadır da şiir“de” yer almıyordur. Bu durumda bu notlar şiirden alınmamış, ondan temin edilmemiş olur. Bu notlar kat'i surette şiirin kelimenin gerçek anlamıyla “yorumu” olarak adlandırılamaz. Bu notlar ancak Hölderlin şiirinin hakikatinin ıskalanması tehlikesine karşı bazı kıstaslar, dikkat için bazı işaretler, teemmül için duraklar sağlar. Bu notlar şiir için sadece katkı olduğundan şiirin kendisi evvela ve daima öncelikli ve el altında olmalıdır.

Bu takririn temelini oluşturan metinler Hölderlin şiirinin her müstakbel işitilişinin müracaata mecbur olduğu baskıdan alınmıştır. Bu baskı 1911 yılında Norbert von Hellingrath tarafından hazırlanmış ve onun tarafından I, IV ve V. ciltler halinde neşredilmiştir¹. Norbert von Hellingrath 1916 yılının 28 Aralık'ında Verdun önlerinde öldü. (Zinkernagel baskısı da yararlıdır.)


a)İster şiiri

Takrir Hölderlin'in kendisinin yayınlamadığı, yazıda ve taslakta başlıksız bıraktığı bir 'Hymne'ye ilişkin notlarla başladı. Bu şiire “Der Ister” (yani Tuna)² başlığını uygun gören Norbert von Hellingrath oldu.

Şiir dört kıtadan oluşuyor. Dördüncüsü tamamlanmamış. Şiirin son kıtası olup olmadığı belirsiz. Şiir şöyle(IV,220vd.):


DER ISTER

şimdi gel,ateş!

müştakız biz

bakmaya güne

ve hani sınav

dizleri yokladığında

sezilebilinir orman çığlığı.

Bizim fakat türkülediğimiz İndus'tan beri

uzaktan geldik ve

Alpheus'tan, çoktandır

mukadderi arıyoruz,

olabilmez kemersiz

hemen birinin kavraması

düpedüz

ve gelmesi öbür yakaya.

Burada lakin dileğimiz inşadır.

Zira ırmaklar ekilir kılar

toprağı. Hani nebatat yetişince

ve oraya gidince

yazın su içmeye hayvanlar,

giderler insanlar da oraya.


İster derler ama bunun adına

güzeldir ikameti. Yanar yaprakları kolonların

ve harlanır. Vahşi dururlar

dikilip, bir arada, üstte

ikinci bir mikyas, sivrilir

kayalardan çatı. Şaşırtmaz bundan

beni, onun

Herkül'ü konukluğa daveti,

parıldayıp uzaktan, Olimpos'ta aşağıda,

orada , gölge ararken kendine,

kızgın Isthmos'tan geldi.

Zira cesaretle dolu idiler

oracıkta onlar, fakat gereklidir can sebebiyle

serinlemek de. Bu yüzden çekildi

suyun kaynağına buraya ve sarı kıyıya,

tüterek yukarıda, ve kapkara

ladin ormanlarıyla, ki derinlerinde

bir avcı keyifle dolanır

öğleleri, ve gelişmesi işitilir

İster'in reçineli ağaçlarının.


Görünüşü lakin adeta

geriye doğru gidiyor ve

diyorum ki, geldiği yer

doğu tarafı olmalı.

Çok şey var

söylenesi hakkında. Ve neden bağlı

böyle sımsıkı dağlara? Diğeri

Rhein ise yana doğru

uzaklaştı. Beyhude değildir gitmesi

susuzluğa ırmakların. Fakat nasıl? Onlar herhalde

dile doğru olmalılar. Bir işaret gerek buna

başka değil, şöyle böyle, ki güneş

ve ay taşınsın zihinde, bölünmez,

ve geçip gider, gün ve gece de, ve

semaviler ısınırlar birbirlerine.

Bundandır olmaları onların

neşesi en yücenin. Yoksa nasıl ederdi

nüzul? Ve yeşil Hertha gibi,

çocuklarıdırlar semanın. Ama ziyadesiyle sabırlı

göründü bana, değil

hür, ve neredeyse alay edercesine. Yani hani


başlaması gerekir günün

gençlikte, gelişmesinin

başladığı yerde, bir başkası yürütür

üst perdeden debdebeyi, ve güre gibi

gıcırdatır gemi, ve uzaktan işitirler

ef'alini rüzgarlar,

üzgündür o;

fakat sivrilik gerek kayaya

ve saban izi yeryüzüne,

nahoş olurdu, mühletsiz;

bunun fakat neylediğini bu ırmağın,

bilmez kimseler.


Şiir bir ırmağı şiir olarak söylüyor. Irmaklar sulardandır. Böylesi şiirlere dikkat edildiğinde düşünürüz, başka yerlerde ne denmiş sular üstüne:

ata ama

akmış denizin üstüne

keskin duyulu, ve hayret etmiş

kralın altın başına

yahut esrarına suların,

“Der Adler”(IV,223)


b) Bidayetin müzakeresi: “Şimdi gel, ateş!”


Der Ister” şiiri bir çağrı olarak başlıyor:


Şimdi gel, ateş!


bu” ateş bir kendine çağırma manasında çağırılmıştır. Ve fakat bu çağrı başına buyruk bir alıp getirme ve emir(“iktibas”) de değildir. Çağrı hemen çağrılanı çağırır, seslenme seslenilenin kıymetini tasdik eder. Oraya gelmesi gereken, kendiliğinden gelir. Geleni gelmeye yollayan çağrı değildir. “Ateş” kendiliğinden geliyor madem, daha niye çağırılıyor? Çağrı gelmeye tesir etmiyor. Ama gelmekte olanı bir şeye çağırıyor. Peki nedir bu kendisine çağırılan?


şimdi gel,ateş!

müştakız biz

bakmaya güne,

.....


Çağıranlar, gelmekte olan ateşe karşılayacaklarını söylüyorlar. Neden söylüyorlar bunu? Ve kimdir bu çağıranlar? Şiirin yalnızca ilk mısra'ından cevap bulamaz bu sorular. Fakat gene de kabul ediyoruz, bu ilk sözlerle birlikte dikkate değer bir münasebetin açıldığını. Peki nedir bu çağrılan “ateş”?


Gelmekte olan ateş günü bakılabilir yapmalı. Ateş günü yükseltir, onu başlatır. Eğer “gün” burada gün ise o vakit gündelik olarak biliriz ki bu gelmesinde çağırılan ateş güneş olacak. O her gün yükselir. Bu en gündelik hadise olmasaydı gün diye bir şey olmazdı. Böylesine gelene, yükselegelen güneşe bir daha “şimdi gel” çağrısı lüzumsuz ve batıl bir iş. Gelgelelim bu “şimdi gel” daha fazlasını ihtiva ediyor. Çağrı şunu söylüyor: Biz çağıranlar, hazırız. Ve böylesi bir seslenişte bir şey daha saklıdır: Hazırız; zira gelmekte olan ateş tarafından çağırıldık. Burada çağıranlar çağırılanlardır,seslenilenlerdir, şu manada; işitmek ile belirlendiklerinden ısmarlananlardır. Böylesi bir belirlenim ve hazırlık içinde çağırılanlara vazifeliler denir. Hangi vazife kasdediliyor? Aynı zaman dilimine ait Hölderlin şiirlerinden birinin ilk kıtası şöyle:


Ganj'ın kıyıları işittiler neşe tanrısının

zaferini, mutlak fatih olarak İndus'tan beri

geldiğinde genç Baküs, kutsal

şarabıyla ki ayıltır halkları uykudan.

(IV,145)


burada da, bu şiirdeki gibi “İndus'tan beri”yi buluyoruz; fakat burada tam ters istikameti kasdedilirken. “Mukaddes Rahipler”inin şairler olduğu “Şarap Tanrısı” Baküs anılıyor. Baküs'ün mutlak fethi ve ayıltan gezisinden bahseden şiir (IV, 145 vd.) “Şair vazifesi” başlığını taşıyor. Vazifeliler “şimdi gel,ateş!” çağrısını yapıyor. Onların vazifesi şarkı yani şiir. Çağıranlar burada kendilerinden bahsediyorlar V.7vd.:


Bizim fakat türkülediğimiz İndus'tan beri

uzaktan geldik...


yalnızca bir vazifeye çağırılmış olanlar gerçekten çağırabilirler: “Gel”. Ve bu çağırılan çağrı ancak sahih zarureti barındırır. Bu çağrı körlemesine savrulmuş bir çığlıktan namütenahi bir surette farklıdır. Fakat şurası da mutlak ki seslendikleri ateş, eğer ki güneş ise, kendiliğinden değil sadece, fakat fasılasız, durdurulamaz bir biçimde ve sınırlanamaz bir surette günbegün gelir. Neden o halde bu “Şimdi gel,ateş!”? “Şimdi”-sanki şimdiye kadar ateş ortalıkta yoktu da uzun zamandır geceydi. “Şimdi”- adeta güneşin doğuşu hadiselerin akışı içinde alışılmadık bir şey. Günlerin akışı içinde ışığın yükselişi en azından bir günü ötekinden ayıran hatta temayüz ettiren şeydir. Geceyle günün akışı içinde güneşin doğuşu; tekrar edip duran, zaman bakımından tehir etmekle birlikte hep türdeş kalan bir vakti, bir “şimdi”yi, ki doğan günle birlikte unutulmaya ve kayıtsızlığa düçar olmuştur, tasvir eder.


Şiirin başında birden ortaya çıkıp her şeyi aydınlatan bir yıldız gibi duruyor bu “şimdi”. Kelimenin müstesna bir vurgusu var: “şimdi gel, ateş!”. Böylesine vurgulanmış bir “şimdi” şiirin tamamına kendi mahsus ve biricik vurgusunu veriyor. Çağrı hangi “şimdi”yi kastediyor? Ne zamandır yahut ne zamandı bu “şimdi”? “Şimdi” vazifelilerin çağrısının zamanını adlandırıyor, şairin bir vaktinin. Böylesi bir zaman şairin şiirinde şiir olarak söylemekle vazifeli olduğunca belirlenir.


Fakat nedir bu-şiir söylemek? Şiir söylemek nasıl bir zamanı belirleyebilir, bir “şimdi”yi tefrik edebilir? “Şiir söylemek”- latince dictare – yazıya dökmek, yazıya dökülmek üzere dikte ettirmek. Daha önce hiç söylenmemiş bir şeyi söylemek. Şairane söylenende özgü bir başlangıç yatar. O halde şiirden neşet eden ve onu belirleyen bir zaman olacak- şairane bir zaman. Onun “zaman noktaları” takvimce tespit edilemez- “tarihlendirilemez”. Bir şiirin “teşkil” olunup tamamlandığı zamanın yılını, gününü hatta saatini verebiliriz. Ama şairane eylemin zaman dilimi hiçbir surette şiir olarak söylenenin zaman dilimi olamaz. Bundan öte şairane zaman keza şiirin ve şairin mahiyet biçimine nazaran her defasında farklıdır. Zira her sahih şiir, şiir söylemenin mahiyetini hep “yeni” olarak söyler. Hölderlin şiiri için bu bilhassa ve biricik olarak böyledir. O'nun şiirinin “şimdi”si için takvime göre bir tarih yoktur. Keza burada tarihlendirmeye de ihtiyaç yoktur. Çünkü bu çağırılan ve kendisi de çağıran “şimdi”nin kendisi asli bir manada tarihtir, yani- bir tevdi, bir ihsan; vazife ile verilmiş.


Bu “şimdi”yi burada çağıran şairler kendi keyiflerince yahut düzenlerince seçmiş belirlemiş değildir. Bu “şimdi” onlara kendi zamanları olarak takdir edilmiştir. Bu sebeple bu “şimdi” tarihbilimsel olarak kavranılamaz, diyelim ki tarihin bilinen hadiselerini belli tarihsel rakamlara bağlayıp şiirin bu “şimdi”sini hesaplanabilir münasebetler içine koymak gibi. Böylesi bir teşebbüsün neden batıl olacağını haliyle hemen şimdi bilemeyiz. Bundan daha mühim olan, bir an önce bu “şimdi” ve “zaman”ın adlandırılmasının nasıl dolaysızca Hölderlin şiirlerinin “dil”ine ait olduğuna dikkat etmemiz gerektiğidir.


İlk Hymne şiiri “wie wenn am Feiertage...”de şair şöyle söyler:

şimdi ama gün doğuyor! Bekledim ve gördüm gelişini,

(IV,151)


Yine “şimdi” ve yine günün gün oluşuyla ve yine bir gelişle ilişkili olarak.


Şimdi gel, ateş!


Bu “şimdi”nin tefrik edilmesi, bu zaman sözcüğünde müstesna bir şeyi işitmemizi ve şairane zamanın ve onun hakikatinin gizli bereketini ummamızı gerektirir. Bu “şimdi gel” bir şimdiki zamandan geleceğe hitap gibi görünüyor. Ve fakat ilkin çoktan olmuş birşeye doğru konuşuyor. “Şimdi”- yani; birşeye çoktan karar verildi. Ve tam bu, çoktan “tecelli” eden, tek başına gelmekte olana dair tüm münasebetleri taşır. Bu “şimdi” bir tecelliyi tesmiye eder. İlk mısrada bu “şimdi”nin tesmiyesiyle şiirin ilk kıtası ve tüm bunlar başlar. Ve müteakiben daha aynı ilk kıtada 15. mısrada “burada”nın tesmiyesi yer alır.


Burada lakin dileğimiz inşadır.


Bu mısra mağrur ve kat'i olarak duruyor ilk kıtada. Nerede bu “burada”? Nereden belirleniyor bu “nerede”? Hangi yer adlandırılıyor?


Bizim fakat türkülediğimiz İndus'tan beri

uzaktan geldik ve

Alpheus'tan,...


İndus” ve “Alpeus” ırmak ve nehir isimleridir. Bunların biri “hint” ülkesine diğeri “yunan” ülkesine aittir. Irmaklardan beri gelmişler çağıranlar. Nereye varmışlar peki? Bu yer, belirli bir mevki olarak bu burada, henüz doğrudan söylenmemiş. Ama bu “burada” dahi bir ırmak dolayımıyla belirleniyor:

Burada lakin dileğimiz inşadır.

Zira ırmaklar ekilir kılar

toprağı.


Uzaktan gelenler ırmaklardan beri, bir ırmakta inşa edecekler. Bu vasıl olanların hangi ırmakta ikamet edeceklerini ikinci kıtanın başı söylüyor.


İster derler ama bunun adına.

Romalılarda “Ister” aşağı Tuna'nın adıydı ki onun yunanlılar sadece alt kısmını bilirler ve Ιστρος diye adlandırırlardı. Yukarı Tuna'nın adı Roma'da “Danubius”tu. Fakat Hölderlin görüleceği üzere Tuna'nın üst kısmını ırmağın aşağı kısmının grek-romen adıyla adlandırıyor; adeta aşağı Tuna yukarıya ve kaynağına geri dönmüş gibi.


Demek ki bu şiiri ilk yayınlayan, Norbert von Hellingrath, şiiri “Der Ister” diye tesmiye etmekte haklıdır, eğer ki bu şiir rastgele ve takdim mahiyetinde ırmakları ve Tuna'yı zikretmeyip bilhassa ondan ve bir ırmak olarak söz ediyorsa. Durum gerçekten de böyledir. Bu meşru başlık Hölderlin'in kendisinin bir diğer şiirine verdiği isimle de uyum içindedir: “Der Rhein”. Bundan öte bu ırmak da İster şiirinde bilhassa zikredilmiş ve rastgele bir ırmak değil bilakis “Diğeri”- yani bu Tuna'nın diğeri olarak. Tuna ve Ren Hymneleri sahih bir şiirsel münasebet içinde bulunurlar. Dolayısıyla bu sonradan konmuş “Der Ister” başlığını isabetli addetmeliyiz. Bundan başka Hölderlin de başka bir şiirini “Tuna'nın kaynağında” diye adlandırmıştır.


2. Irmakların mahiyetinin şiiri olarak Hymne-şiiri


Bu takribi işaretlerle bile, Hölderlin'in Hymne şiirlerinde ırmakların dile geldiği tebeyyün etti. Neden ve ne manada böyle olduğu şimdilik karanlıktır. Bunu aydınlatacak ışığı Hölderlin'in kendisinin ırmaklar hakkında söylediklerinden elde etmeye çalışmalıyız. Evvela onun şiirinin bütününe dair yüzeysel bilgiyle bile Hölderlin'in şiirinde ırmakları ve nehirleri ve genel olarak suları severek dillendirdiğini söyleyebiliriz. O'nun asıl Hymne döneminden önce yazılmış iki şiirini biliyoruz: “Der Main”(III,54 vd.) ve “Der Nekar”(III, 59 vd.).


Fakat Hymne dönemine ait diğer şiirlerde de , zahiren beklenmedik bir biçimde, ırmaklar zikredilir. Elimize iki metni ulaşmış olan “Stimme des Volkes” (IV, 139 vd. Ve 142 vd.) şiirinin ilk iki kıtası şöyle:


sen tanrının sesisin, böylece inandım,

mukaddes gençliğimde; evet ve söylerim yine!

Bilgeliğimizi dert etmeden

akarlar ırmaklar yine de, ve bununla birlikte


kim sevmez onları? Ve hep kıpırdatırlar

yüreğimi, işitince uzaktan o yitenleri

o sezgilileri, güzergahım etmez

fakat kararlıca denize doğru acele.


Irmaklar insanların bilgeliğini dert etmezler. Fakat bu asla bilgeliğe yahut ruha muhalif olduklarından değil, bilakis kendi “ruh”ları olduğundandır. Hölderlin “Irmak ruhu” (V, 272 vd.) hakkındaki en güçlü teemmüllerinden birinde bundan söz eder. Yine bu yüzden ırmaklar “sezgili” ve fakat “yiten” olarak iktibas ettiğimiz şiirde adlandırılmıştır. Bu iki adlandırma da muammadır. Biri ırmakların gelmekte olanla ve sezişi yakın olanla münasebetini dillendirir. Diğeri ırmakların geçmişe gidişini söyler. Her ikisi de geçmiş ve gelecek ile- yani zamansal olan ile gizli ve yekpare bir münasebet içindedir. Yoksa ırmakların anılması ile “şimdi” zaman sözcüğünün ırmak şiirlerinde tefrik edilmesi birbiriyle alakalı mıdır? Zira Rhein şiirinde bile esas ikinci kıta (IV, 172) “şimdi ama..” diye başlar. Irmakların akışı basitçe “zaman içinde” cereyan etmez, sanki zaman ırmaklara kayıtsız ve akışlarının harici çerçevesi imiş gibi. Irmaklar zamanın içinde sezer ve yiterler, öyle ki kendileri zamansal ve zamanın kendisidirler.


İster şiirinin ilk ve keza Rhein şiirinin altıncı kıtasından ırmakların insanın, sadece insanın değil ama, ikametgahını bulduğu müstesna bir yer olduğunu öğreniyoruz. Tabii eğer Ister bir ırmak şiiri ise ve başlığı muvafık ise, bu şiire dair notlar da ırmağın şairane mahiyetine dikkat etmelidir.

Fakat, harici ve dağınık bir surette Hölderlin'in farklı şiirlerindeki “ırmak” ve “sular”a dair “yerleri” Hölderlin'in “ırmak” ve “sular” derken neyi kastetmiş olabileceğine ilişkin bize bir tasavvur imkanı sağlayabilirler diye bir araya toplayarak hata ediyoruz. Tek ve kendine yeter bir ırmak şiiri gerekli bilgiyi sağlayabilir. Ancak şiiri daha ilk tınlayışı itibariyle doğru işitmek için bizi hatalı istikametten sakındırıp böylece hepten yanlış işitmemizi engelleyecek kılavuzluğa ihtiyacımız var. Bu sebeple ırmakların tesmiyesinin bize hitap ettiği sahayı aramalıyız, zira ırmaklar ancak bu sahada sahih olurlar.


Tekrar


Takrir Hölderlin'in Hymne denilen bir kaç şiirine ilişkin notlar sunuyor. Yunanca ϋμνος kelimesi tanrıları hamd, kahramanları medh ve müsabakaların galiplerini onurlandırmak için söylenen şarkılar manasındadır. “şarkı” ve kasidelerde esas olan sözdür. ύμνείν hamd, medh, onurlandırma ve takdis manasındadır. Bu manadaki sözün zemini kutlamadır: Bayramın sahih hazırlığı. ϋμνος etkinlik için bir “vasıta”, kutlamanın “çerçevesi” değil, bilakis kutlama ve bayramsal bu söyleyişte yatar. Burada ϋμνος ismiyle ΰμνείν fiilinin eşsiz bir birlikte birleştiği bir sahih deyime geliyoruz: ϋμνος ΰμνεί, bayram şarkısı kutluyor. Sophokles'in Antigone tragedyası böyle söylüyor(V.806 vd.):


“ gelin bayramının hazırlığında bile

kutlamayacak beni bir bayram şarkısı.”



¹Hölderlin, Saemtliche Werke. Tarihi-kritik baskı. Norbert von Hellingrath tarafından başlatılıp Friedrich Seebass ve Ludwig von Pigenot tarafından tamamlandı. Berlin Cilt III.1922, Ciltler I,II,IV,V,VI, 1923. (müellifin notu)

²Bkz. “Andenken”, kış dönemi 1941/42, S.1(GA.Bd.52,S.1) (müellifin notu)

  Taşlıcalı Yahyâ Beğ’in Şehzâde Mustafa Mersiyesi Herhalde Erzurum’da iken aldım Ahmet Atilla Şentürk Bey’in Osmanlı Şiiri Antolojis...