4 Ocak 2014 Cumartesi

Göl Saatleri "Öğle"


ÖĞLE
Yeşil sularda büyük inciden çiçekler açar
Gümüş böcekler okur aba bir neşide-i hab,
durur sevahilin üstünde, bi-heves, bi-tab,
Güneş ziyasını içmiş benat-ı hab u serab...

Göl Saatleri'nden bir saat: Öğle. Geniş zaman kipinde çekilmiş fiiller; açar, okur, durur. Sular, çiçekler, böcekler, kızlar... Günümüz okuruna “ab”'ın “su”, “neşide-i hab”'ın “ninni”, “sevahil”in “sahiller”, “benat”ın da “kızlar” olduğunu söylersek her şey vuzuha kavuşur. Haşim insan olduğuna göre bu öğle saatinin de insan Haşim'e dair olduğunu söyleyerek yukarıda saate dair dediklerimizi de kanıtlamış oluyoruz. Hatırasını bize zevkli bir biçimde anlatan şairi de takdir ederek kadirşinaslığımızı gösterirsek, bu şiiri böylece anlamış ve sanatın bu bahsini de böylece kapatmış oluruz.
Heidegger bir şiirin muhtevası ile o şiirde şiir olarak söylenenin aynı şey olmadığını söyler. Muhteva nedir, şiir olarak söylenen ne demektir? Şiirde çiçeklerden böceklerden söz edilmiş olması şiirin çiçekler ve böceklere dair olduğu anlamına gelmez. Bir su ile etrafındakiler zikrediliyor diye şiir “göle dairdir” denilemez. Fakat kim dedi “göle dair” diye? Zaten “Haşim'e dairdir” demedik mi? Fakat burada beşer Ahmet Haşim değil, şair Ahmet Haşim'den söz ediyoruz... Şair insan değil midir? Şair mucizeler şakıyan bir kuştur, bu sebepten dolayı sözü laf-u güzaf değil şiirdir.
Yeşil sularda büyük inciden çiçekler açar
Gümüş böcekler okur âba bir neşide-i hab,
Bu ilk iki dizede hareket var: çiçekler açar, böcekler okur. Bu hareket bir güzelliği de sürekli kılıyor, zira açan çiçekler yeşil sularda açıyor ve bu çiçekler büyük inciden. Keza gümüş böcekler de suya bir neşide-i hab okuyor. Bu ilk dizelerdeki hareketlilik bir güzelliğe de kalıcılık temin ediyor. Fakat bu ilk dizelerdeki hareketlilik müteakip dizelerde devam etmiyor gibi, zira
Durur sevahilin üstünde bi-heves, bi-tab
Güneş ziyasını içmiş benat-ı hab u serab.
Çiçekler açar, böcekler okurken şimdi durur. Hareket bitti mi? Şimdi biz buradaki durma'nın aslen hareketin özel bir hali olduğunu söylemeye cesaret ediyoruz. Yani sahillerin üstündeki bu durur da açar ve okur gibi bir süreklilik arz etmekte, hususi bir hareketlilik göstermektedir. Fakat bi-heves, bi-tab hareketlilik nasıl olur? İsteksiz, güçsüz diyoruz şimdiki dilde. İstek ve güç kelimeleri ister istemez Nietzsche'nin güç istencini hatırlatmıyor mu? Nietzsche'ye göre güç istenci ne gücü ne de istemeyi bırakmaz, zira istemeyi bırakırsa var da olamaz. Var olan her şey buna göre bizatihi güç istencidir. Ne oldu peki şimdi, bu mısralar var olmayan bir şeyden mi söz ediyor? Belki; belki de felsefenin bize burada fazla bir faydası dokunamaz.
Bir mahrumiyet değil böyle isteksiz ve güçsüz duruşun sebebi; bilakis bir doygunluk, hatta belki de bir aşırılığa maruz kalma hali. Çünkü sahilde bi-heves, bi-tab duranlar, güneş ziyasını içmiş kızlar. Güneş malum olduğu üzere yeryüzünde hayat için elzem olan “enerji”nin kaynağı; dolayısıyla her güç gibi fazlasına maruz kalmak mahzurludur.
Fakat heves esaslı bir isteme değildir, o sebepten yokluğunu kusur saymak isabetli olmaz. Aksini söylemek belki de daha isabetli bir yorum olur. Yani sahillerdeki benatın bihevesliği- bu benatın kenarda güneşlenen, bazısı tek ayak üstünde uyuklayan uzun boyunlu su kuşları olduğu geliyor gözümün önüne- bir kemal halidir belki.
Muhteva ile şiir olarak söylenen bir şiirde aynı şeyler değildir dedik, ama muhteva hakkında konuşurken işte şimdi şiir olarak söylenene yaklaşmış olduk. Söz bizi bir hal bahsine getirdi. Fakat bu bahis bizim başladığımız yer mi yoksa? Haşim'in şiirini anlama teşebbüsümüze-bülbülün karnını yarmaya yani- saate dair mülahazalarla başlamış, insanın eşref saatinden söz etmiştik. Eşref saat bir hal değil midir? Saat insan hali midir? Göl saatleri buna göre hangi haller olur?
Bu hal meselesine tesadüfen gelmedik, her ne kadar söz bizi buraya getirdiyse de bu şiirlerin insanın haline dair olduğunu en başta seziyor, fakat nasıl söyleyeceğimizi bilmiyorduk. Bu meseleyi böylece aştığımıza göre şimdi artık halden anlayıp anlamadığımız meselesine-bir sanat meselesi olarak elbette- yönelebiliriz.
Muhteva ile şiir olarak söylenenin arasını tefrik eden Heidegger, şairin her zaman bir “Grundstimmung”un içinden konuştuğunu, şiirin anlaşılmasında bu- halet-i ruhiye diye tercüme edilen ancak şimdilerde benim hâlet-i can demeği daha uygun bulduğum- Grundstimmung'u tesbit etmenin elzem olduğunu söyler. Heidegger'in Grundstimmung üzerine söylediklerini bulup öğrenmek gerekir. Fakat biz şimdi bu şiirde şairin bir halet-i can içinden konuştuğunu söylemekle yetinmeyeceğiz, bizatihi bir halet-i canı şiir olarak söylediğini iddia edeceğiz. Yani “Göl Saatleri” insanın -temel- hâletlerini şiir olarak söylemektedir.
Bu meseleyi anlamada bize yardımı olacak bir şiire müracaat edelim. Bu şiir şöyle:

bir bıçak saplı durur göğsünde,
hangi su tasına uzansan boş ;
hangi pencereye koşarsan koş
aynı siyah güneş gökyüzünde.

aynı siyah güneş, aynı siyah,
aynı susayış, aynı koşuş, aynı ...
of ... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey,
aynı, aynı, aynı, aynı, aynı ...

Bu güzel şiirin kapalı bir şiir olduğunu söylemek zor. Fakat yine de şair işimizi daha da kolaylaştırıp şiirin adını “Bitmez Tükenmez Can Sıkıntısı” koymuş. Ahmet Muhip Dıranas temel insan hallerinden can sıkıntısını-ki Heidegger'de bu hal üzerine uzun uzun düşünmüştür- pek güzel söylemiş. Şimdi kendimize bir şahit de bulmuş olduk. İddiamız şu ki Haşim de Dıranas gibi –kurbağaları değil- bir halet-i cânı şiir olarak söylüyor. Fakat hangisini? Ama yukarıda “kemal hali”nden söz etmedik mi? Daha hangi hal olacak?
Fakat yukarıda muhteva üstüne konuşuyorduk ve “benat”ın haline dair -yukarıda uzun boyunlu kuşlara işaret ettiğini söylediğimiz benat aslında ürkütücü bir kelimedir ve perilerden meleklere kadar bir sürü “iyi saatte olası” mahlûka işaret eder- konuşuyorduk. Şiir olarak söylenen ile şiirin muhtevasının aynı olmadığını artık anlamış olmalıyız. Bu şiirde hareket ile başlayıp sonra -hareketin özel bir hali olan- sükûnete varan ve bir güzelliğe süreklilik katan muhteva, acaba hangi halet-i cânı şiir olarak söylüyor?

Bu halet-i can bir insan hali olduğu kadar bir milletin haleti, giderek bizatihi şiirin, daha da ileri gidersek Türk şiirinin haleti de olabilir. Göl saatleri bir devri tamamlıyor, bir günün öğle vaktiyle başlayıp seher vaktine ulaşıyor. Başı ve sonu olan şeylerin halleri bunlar. Bir milletin tarihi gibi. Bir insanın ömrü gibi. Bunların hepsini ve bunlardan bütünüyle başkasını da söyleyebilir bu şiir. Çünkü şiir dilin menba'ından çıktığı, dilin menba'ından çıkan şiir olduğu için Heidegger'in dediği üzere tükenmez bir bereketi taşır. Bu “Öğle” şiirindeki bereket de, anlattığı halin bizim günde on kez değiştirdiğimiz keyif, keyifsizlik halleri olmayıp bunları da belirleyen ve dünyanın bize nasıl sunulduğunu tayin eden temel halet-i canlardan olmasıdır. Fakat nedir bu hâletin adı? Bunu söylemek belki bu deneme için lüzumsuz bir cüretkarlık olacaktır. Ancak bu şiirin bir temel haleti şiir olarak söylediğini ifade etmemiz ne cüretkarlık ne de yeni bir iddiadır. Zira şairin kendisinin hüznün ve melalin şairi olduğu cümleye malumdur. Dolayısıyla bizim burada dile getirdiğimiz iddia da melali anlamayan nesilden gayrısına makul görünecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  Taşlıcalı Yahyâ Beğ’in Şehzâde Mustafa Mersiyesi Herhalde Erzurum’da iken aldım Ahmet Atilla Şentürk Bey’in Osmanlı Şiiri Antolojis...